Bu Blogda Ara

14 Mart 2020 Cumartesi

Doğukaradeniz'in etnik yapısı

Günümüzde Çaykara, Sürmene, Köprübaşı ve Tonya ilçelerinde Kurtoğlu sülâleleri bulunmaktadır. Bunun bir yansıması olsa gerektir ki Trabzon merkez ilçe, Akçaabat, Araklı, Arsin, Beşikdüzü, Çarşıbaşı, Çaykara, Dernekpazarı, Düzköy, Hayrat, Köprübaşı, Maçka, Of, Sürmene, Tonya, Vakfıkebir ilçe ve köylerinde yüzlerce ailenin soyadı Kurt’tur. Yine Trabzon merkez ilçe, Akçaabat, Arsin, Beşikdüzü, Çaykara, Sürmene ve Vakfıkebir ilçe ve köylerinde Kurtoğlu soyadını taşıyan onlarca aile oturmaktadır.
 Trabzon ve yöresinde İslamiyet öncesi Türk kültürü unsurlarının
canlı biçimde yaşaması, bu bölgeye diğer Türk boylarının Oğuz Türklerinden çok önce gelip yerleşmesi ile ilgili olmalıdır. Gerçekte Türkiye’nin en önce Türkleşen bölgesi, Trabzon ve çevresidir. Tarih içerisinde Hun Türkleri, Bulgar Türkleri, Alanlar, Sabarlar, Hazar Türkleri, Yahudi Hazar Türkleri,
Macar Türkleri, Uz Türkleri, Avarlar, Karluk Türkleri, Kuman/Kıpçak
Türkleri, Kırgız Türkleri, Peçenekler çeşitli zamanlarda ve çeşitli sebeplerle Orta ve Doğu Karadeniz Bölgesi’ne gelip yerleşmişlerdir. Bu yöre ile ilgili tarihî kaynaklar, eski yer isimleri, mimarî eser kalıntılarından elde edilen bilgiler, Osmanlı döneminde kaleme alınan
Tahrir Defterleri, Karadeniz Bölgesi ağız özellikleri, insan yapısı,
sülâle isimleri, halk oyunları, halk mimarîsi, halk takvimi yani hemen her şey bunu açıkça ortaya koymaktadır. İslamiyet öncesi
Türk destanlarının unutulmamış olmasını da bu delillere ekleyebiliriz.
Gökberk ÇETİNKAYA

5 Mart 2020 Perşembe

Atatürk Olmasaydı da Türkiye Bir Şekilde Bağımsız Olabilirdi, Ama..

Atatürk Olmasaydı da Türkiye Bir Şekilde Bağımsız Olabilirdi, Ama..
Atatürk olmasaydı ülke kurulur muydu? Bu sorunun cevabı için “olabilirdi” demek lazım. Tedricen belirli sınırların içinde kurulurdu, ama söz gelimi İzmir ve geniş hinterlandı (ard ülke) bizim olmazdı. Oraya Yunanlılar gelir, yerleşirlerdi. İşgalin ilk zamanındaki oradaki yerli Yunanlıların ve Venizelos Hükûmeti’nin kozmopolit  Levantenler ile anlaşamadığı belliydi ama elbet anlaşırlardı. Bunlar tüccardı ve Yunan anakarasından nüfus sürekli geliyordu, daha da hızlandırıldı. Çünkü İzmir ve hinterlandı adalara sürülen insanlar için çok bereketliydi, cennetti. Türkiye de garip bir  olarak ortaya çıkardı ki Türk milleti ortadan kalkacak değildi. O zaman nüfus 13 milyondu. Bu önemli bir rakamdı ama bu harap nüfusun rehabilitasyonu, eğitimi çok yerinde sayardı, iktisadi, ve sınaî gelişme imkânı olmazdı.
“Demokrasi de gelirdi”, diyenler var. Demokrasi bir ülkeye ithal gelmez. Mütareke döneminde İstanbul’da sendika kurulmuş, Komünist partisi varmış , bazı filmler gösterimdeymiş gibi belirtiler yeterli değildir. Bunlarla bir topluma demokrasi gelip yerleşmez. Yerli halk, ülkenin sahipleri o ihtiyacı hissedip, demokrasiyi kendileri tesis etmelidir. Yirmi yaşındaki üniversiteli genç bazı filmleri görmek istiyorsa iyidir, sansür orada çatlamıştır. Ama millete talep yoksa o filmi getirip göstermek mümkün değildir ve ne ifade eder? Demokrasi mahallî tefekkürün kaynaması, mahallî müesseselerin gelişmesidir ki o da o kadar kolay bir gelişme değildir.
Farzımuhal, “Atatürk değil de Kâzım Karabekir Paşa devlet başkanı olsaydı”, deniliyor. Kâzım Karabekir bildiğiniz gibi yetenekli ve bilgili bir kurmay ve cesur bir kumandandı ve İsmet Paşa gibi çok dürüst ve inanmış birisiydi. Her iki paşa da yaşam biçimi olarak  muhafazakârdı. İsmet Paşa’nın da Kâzım Paşa’nın da evlerinde bohem bir hayat tarzı yoktu. Kazım Karabekir tutucu bir adamdı. Mesela İzmir İktisat  Kongresi’nde Latin harflerini reddetmiş ve “Kesinlikle olmaz, Azeriler saçmaladı” demiştir. İsmet Paşa’nın da harf devrimine sıcak baktığı söylenemezdi. Keza, Rauf Orbay daha muhafazakârdır. Birbirlerine benzerler, onlara benzemeyen kişi bizatihi Gazi Mustafa Kemal (Atatürk) Paşa’dır.
Tarihi büyük ölçüde kişiler yapar. Birincisi, o bir örgütlenme dehasıydı. Kendini çok iyi kontrol etmesini biliyor, zamansız ileriye atılmıyor. Bu özellik 20. yüzyıl liderlerinin ekserisinde yoktur. İkincisi, fevkalade bir zamanlama tekniği yanında, bilinecek şeyleri çok iyi biliyor, tecrübelerini çok iyi kullanabiliyordu. Bütün o subay takımının sınırsız tecrübesi ve dünya görgüsü vardı. Onların içinde  bu eğitimi kullanmasını en iyi o biliyordu ve üzerinde durmamız gereken husus, Mustafa Kemal’in hiçbir zaman ve zeminin olumsuzluklarına teslim olmamış olmasıdır. Çok önemli bir özellik; İstiklâl savaşı başladığı zaman, Birin Dünya Savaşı’nın hatalarının da etkisiyle bir daha harbe girmeyelim diyenler vardır. Bence onların hepsine hain denmez, çünkü ileriyi görememişlerdir. Bir de  “Şimdi şurada dur fazla ileri gitme” diyenler oldu. Mesela Bati Anadolu’nun hiçbir şekilde kurtarılacağına inanmayan, bir sürü İstiklâl Savaşı kumandanı bile var. Eğer hedefi ileriye koyarsan o bir dehadır ve deha dâhilere has bir inattır.
Siyaset olarak da öyledir; dehadır. Ama askerî dehası şu; ricat savaşını bir bozguna değil bir politikaya, bir askeri stratejiye çevirmiştir. Askerini iyi tanıyor, seviyor ve güven veriyordu. Bizim siyasi edebiyatımızda ilk defa Taner Timur, Carlyle ve Tolstoy’a başvurarak tarihte ferdin rolünü tartıştı. Muhteşem portre örnekleri kullanan Thomas Carlyle, tarihi fert yapar, diye özetlenir. Tolstoy ise “Fert çürüyen kayayı parmağıyla devirir” der. Bu görüş kalabalığında Atatürk’ü yerine koymak ve yerini tespit için çok mürekkepİlber Ortaylı - Gazi Mustafa Kemal Atatürk - S: 308, 309, 310, 311

1 Mart 2020 Pazar

Atatürk Olmasaydı da Türkiye Bir Şekilde Bağımsız Olabilirdi, Ama..

Atatürk Olmasaydı da Türkiye Bir Şekilde Bağımsız Olabilirdi, Ama..
Atatürk olmasaydı ülke kurulur muydu? Bu sorunun cevabı için “olabilirdi” demek lazım. Tedricen belirli sınırların içinde kurulurdu, ama söz gelimi İzmir ve geniş hinterlandı (ard ülke) bizim olmazdı. Oraya Yunanlılar gelir, yerleşirlerdi. İşgalin ilk zamanındaki oradaki yerli Yunanlıların ve Venizelos Hükûmeti’nin kozmopolit  Levantenler ile anlaşamadığı belliydi ama elbet anlaşırlardı. Bunlar tüccardı ve Yunan anakarasından nüfus sürekli geliyordu, daha da hızlandırıldı. Çünkü İzmir ve hinterlandı adalara sürülen insanlar için çok bereketliydi, cennetti. Türkiye de garip bir  olarak ortaya çıkardı ki Türk milleti ortadan kalkacak değildi. O zaman nüfus 13 milyondu. Bu önemli bir rakamdı ama bu harap nüfusun rehabilitasyonu, eğitimi çok yerinde sayardı, iktisadi, ve sınaî gelişme imkânı olmazdı. 
“Demokrasi de gelirdi”, diyenler var. Demokrasi bir ülkeye ithal gelmez. Mütareke döneminde İstanbul’da sendika kurulmuş, Komünist partisi varmış , bazı filmler gösterimdeymiş gibi belirtiler yeterli değildir. Bunlarla bir topluma demokrasi gelip yerleşmez. Yerli halk, ülkenin sahipleri o ihtiyacı hissedip, demokrasiyi kendileri tesis etmelidir. Yirmi yaşındaki üniversiteli genç bazı filmleri görmek istiyorsa iyidir, sansür orada çatlamıştır. Ama millete talep yoksa o filmi getirip göstermek mümkün değildir ve ne ifade eder? Demokrasi mahallî tefekkürün kaynaması, mahallî müesseselerin gelişmesidir ki o da o kadar kolay bir gelişme değildir. 
Farzımuhal, “Atatürk değil de Kâzım Karabekir Paşa devlet başkanı olsaydı”, deniliyor. Kâzım Karabekir bildiğiniz gibi yetenekli ve bilgili bir kurmay ve cesur bir kumandandı ve İsmet Paşa gibi çok dürüst ve inanmış birisiydi. Her iki paşa da yaşam biçimi olarak  muhafazakârdı. İsmet Paşa’nın da Kâzım Paşa’nın da evlerinde bohem bir hayat tarzı yoktu. Kazım Karabekir tutucu bir adamdı. Mesela İzmir İktisat  Kongresi’nde Latin harflerini reddetmiş ve “Kesinlikle olmaz, Azeriler saçmaladı” demiştir. İsmet Paşa’nın da harf devrimine sıcak baktığı söylenemezdi. Keza, Rauf Orbay daha muhafazakârdır. Birbirlerine benzerler, onlara benzemeyen kişi bizatihi Gazi Mustafa Kemal (Atatürk) Paşa’dır. 
Tarihi büyük ölçüde kişiler yapar. Birincisi, o bir örgütlenme dehasıydı. Kendini çok iyi kontrol etmesini biliyor, zamansız ileriye atılmıyor. Bu özellik 20. yüzyıl liderlerinin ekserisinde yoktur. İkincisi, fevkalade bir zamanlama tekniği yanında, bilinecek şeyleri çok iyi biliyor, tecrübelerini çok iyi kullanabiliyordu. Bütün o subay takımının sınırsız tecrübesi ve dünya görgüsü vardı. Onların içinde  bu eğitimi kullanmasını en iyi o biliyordu ve üzerinde durmamız gereken husus, Mustafa Kemal’in hiçbir zaman ve zeminin olumsuzluklarına teslim olmamış olmasıdır. Çok önemli bir özellik; İstiklâl savaşı başladığı zaman, Birin Dünya Savaşı’nın hatalarının da etkisiyle bir daha harbe girmeyelim diyenler vardır. Bence onların hepsine hain denmez, çünkü ileriyi görememişlerdir. Bir de  “Şimdi şurada dur fazla ileri gitme” diyenler oldu. Mesela Bati Anadolu’nun hiçbir şekilde kurtarılacağına inanmayan, bir sürü İstiklâl Savaşı kumandanı bile var. Eğer hedefi ileriye koyarsan o bir dehadır ve deha dâhilere has bir inattır. 
Siyaset olarak da öyledir; dehadır. Ama askerî dehası şu; ricat savaşını bir bozguna değil bir politikaya, bir askeri stratejiye çevirmiştir. Askerini iyi tanıyor, seviyor ve güven veriyordu. Bizim siyasi edebiyatımızda ilk defa Taner Timur, Carlyle ve Tolstoy’a başvurarak tarihte ferdin rolünü tartıştı. Muhteşem portre örnekleri kullanan Thomas Carlyle, tarihi fert yapar, diye özetlenir. Tolstoy ise “Fert çürüyen kayayı parmağıyla devirir” der. Bu görüş kalabalığında Atatürk’ü yerine koymak ve yerini tespit için çok mürekkep akıtılacaktır. 
___________________________________________________________________________________
İlber Ortaylı - Gazi Mustafa Kemal Atatürk - S: 308, 309, 310, 311

27 Şubat 2020 Perşembe

TÜRKLÜK

TÜRKLÜK
Türkiye'nin en büyük zenginliği Türklüktür. Bu kasaba hamaseti değildir. Türklük tarih içerisinde göçebe dönemlerden beri dayanmayı, teşkilatlanmayı ve şartlara göre değişimi bilen bir sistemdir. Bütün tarihin getirdiği ayrılıklara, kesintiye rağmen gerçekten Çin sınırlarından Tuna'ya kadar bir araya gelebilecek bir kültürel camia yaratmıştır, bir varlıktır. Bunların arasında
zaman zaman soğukluk veya kopukluk
olur. ama bu ne Germen ne de Slav dün-
yasıdır. Türk dünyası bir şekilde her zam-
an için vardır. Dolayısıyla bizim stratejik
önemimiz de, zenginliğimiz de Türklüğün  kendisidir. Bu bir coğrafyadır ve bu
coğrafyada bu toplumların çok aşırı hare-
ket kabiliyeti vardır. Bizim için nüfus azal-
ması diye bir problem yoktur. Doğum
oranı düşse bile  bu coğrafyanın bir köşe-
sinden göçlerin getirdiği Türk nüfusu
vardır. Son olarak eklemek gerekir ki
Atatürk'ün aklındaki cumhuriyet modeli tam da Jean-Jacques Rousseau tipi bir cumhuriyeti. Nitekim 1924 Anayasası'nda o cumhuriyet ortaya çıkmıştır. Oradaki ifade “Türkler”dir ve bu ifade kalmalıdır. Bugün "Türkiyeli" diye ortaya atılan tabir gülünçtür. Bu Türkiyelilik lafı belirsiz, dil ve kimlik iddiaları açısından tutar bir terimdir.
___________________________________________________________________________________
İlber Ortaylı – GAZİ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK – S: 294-295

Azerbaycan dili ne zamandan beri var? Sizce Azerbaycan Türkçesini neden severiz?

Azerbaycan dili ne zamandan beri var? Sizce Azerbaycan Türkçesini neden severiz?

İlber Ortaylı Cevaplıyor: “Azerbaycan diline, dil denilmesi resmî bir meseledir. Evet, Azerbaycan Türkçesini neden severiz? Çünkü bizim dilimizin gençliğidir. Herkes gençliğini sever. Azerbaycan Türkçesindeki Farsça kelime kullanımı bizdekinden çok daha yaygın ve oturaklıdır. Biz bir dil devrimi yaptık, onlar yapmadılar. Ayrıca onlar gibi hiçbir zaman konuşamazsınız, çünkü lehçenin en büyük özelliği taklit edilememesidir. Kök aynıdır ve “Azeri” lafı o yüzden yanlıştır; “Azerbaycanlı” demek gerekir. “Azeri” ise çok küçük bir etnik grubun adıdır. Başka bir sır daha vereyim; Azerbaycanlılara Türk demenin Turancılıkla alakası yoktur. Çünkü 1936 Sovyet Anayasası’nda alınan Stalinist tedbirlere kadar hepsi Türk’tür. Meselâ, 1928’de orada basılan lügatin başlığı Rusça Türkçedir. Mahallî Azerbaycan lehçesindendir. Meselâ Samed Vurgun gibi şairler bile şiirlerinde “Türk kızları” tabirini kullanır.  Prensip; Azerbaycanlıların bile kızdığı “Azeri” lafının kullanılmamasıdır. Azerbaycan halkının çoğunlukla o küçük etnik grupla alakası yoktur. Konuşulanın ayrı bir dil olduğunu savunanlar bile “Azerice”yi  değil, “Azerbaycan dili” ifadesini kullanıyorlar. Resmî tutum bir yerde  kabul edilebilir ama, bazı kullanımların  kullanımların da yanlış olduğunu bilmemiz lazım. Selçuklu devrinin Türkçesi muasır İran, Azerbaycan ve Türkiye coğrafyasında aynıdır. Elimizde bulunan makul sayıdaki yazılı abidelerimiz bunu gösteriyor.”
___________________________________________________________________________________
Türklerin Tarihi -İlber Ortaylı – Orta Asya’nın Bozkırlarından Avrupa’nın kapılarına- S: 193-194

24 Şubat 2020 Pazartesi

ON BİNLERCE YILLIK KÜLTÜREL BAŞTACIMIZ ÇUVA



Türkmen -  Yörük kültür geleneğinde pek çok etkileyici ritüel günümüze kadar gelmiş ve kültür izlerimiz arasında yerini almıştır. Özellikle çocuk ve gençlere verilen önem ve değerle ilişkili olanların korunup saklanagelmesi üzerinde düşünmemiz gerekmektedir. Doğumdan başlayarak başa takılan ve üzerinde "ok"-"og"lar (işaret, tamga veya simgeleri) barındıran tellik, şapka benzeri başlık ve süslemelerde ki "bizlik" sosyal bağı kurma, istenilen - aranılan özellikleri edindirme ritüellerinde kullanılmış sosyal iletilerini özenle okumalıyız.
Eğitimde en önemli olanın kafa olduğu bilgisini geçmişten bize iletilmiş ipuçlarıdır. Bu başlıklar aynı zamanda özellikle bunlardan bazıları ciddi bir eğitsel disiplin örneğidirler. Bu yazı ve belge fotoğraflarında görülen çuva (çıga, gelberi) başlığa ilişkin ritüeller de   buna bir örnektir. Bir pedagog bakış açısıyla incelediğimizde son derece bilinçli, uzun yıllar yayılmış, psiko-sosyal ve duyu bilişsel gelişimle karakter edindirme yöntem özelliklerini görürüz, bu özel baş ritüelinde. Öğrenme ortamının doğa oluşu  bu eğitsel bilincin ne kadar yerinde olduğunun da göstergesidir. İnsanı geliştirecek en verimli eğitim alanı doğadır. Çünkü doğadan özdeşleşerek  bağımsızlaşma, cesaret, coşku, hoşgörü yaşam halk birliği, üretmeye saygı ve ortak değerlere bağlılık  gibi pek çok erdemin bilinçli kazanımını amaçlamış görenek eğitimi örneklerinden biridir çuva başlık ritüeli. Derin - köklü yaşam anlayışı deneyimlerimizden süzüle  gelen etkileyici kültür örneklerimizden biridir. Öyle ki Yörük Türkmenlerini yakından tanıyan herkes bu kişilik özelliklerini rastgele kazanılmadığını anlar. 
Akdeniz Toroslar'nda bulunan 30 yıl öncesine dek yaygın olan, günümüzde az sayıda bazı köylerde sürdürüle gelen kartal tüyü süslemeli başlığın adıdır çuva.
Ancak bu amaçsız bir süsleme ve taçlanma değildir. Uzun yıllar süren kız ve erkek çocuklar için küçük farklılıklarla ayrılan bir tür cinsel kimlik üzerinden kişilik kazandırma eğitsel aracıdır.
Günümüze kızların süslemesi salt bir gelin başı ritüeli olarak gelmiş görünse de biraz dikkatle öncülünün uzun soluklu bir dizi ergenlik ritüeli olması kuvvetli olasılıktır. Erkek çocuklarda ise bebeklikten istediği yaşa kadar yayılan esnek zamanı ancak azalmış bir uygulamadır. Gene bu bölgelerde günümüze taşınan ve bu konunun özüne ilişkin bir sağaltım ritüeli olan doğuştan çelimsiz, çekingen ve tutuk çocukların kartal tüyü bekletilmiş su ile yıkanması hatta bu sudan içirilmesi konu ile ilgili düşüncemizi perçinleyici bir diğer örnektir. Bizi ilgilendiren tek ilginç yönü, kartal tüylerinden başlık yapılıp boyanıp takılması değil elbet. Bu renkli ritüelimizin arkasındaki derin ve köklü felsefeyi anlatmak için "Neden Kartal tüyü?" sorusu üzerinden derin toplumsal bilinçaltımızın kültürel bağlılığımıza katkı irdelenmelidir. İnsanın zengin hayal gücünün farkındalığıyla daha çocukluktan doğaya öykünüp özdeşleşerek karakter edindirmenin güçlü ve bin yıllara yayılı "biz"lik toplumsal bağı kurmaya katkısı da elbette. Kartal ve simgelerinin Türk tarih ve kültüründe, sanata etkisi ve öneminin günümüze dek  gelişi aynı topluluk bilinçaltı etkenlerinin gücüyle ile ilgilidir. Kazakistan buluntularında çıkan ünlü altın adam heykeli ve yüzüğü (res.3) içinde nakşedilmiş çuva başlıklı kadın başı süslemesi ve hatta Amerikan yerlerine dek aynı kültürün varlığı bu kültürün yayıldığı coğrafyanın genişliğini, Konya Çatalhüyük (milattan önce onbinler) kazılarında çıkan kil bir heykelciğin başındaki deliklerin arkeolog görüşlerine göre tüy takmak için yapıldığı tespitleri ise kültürümüz üzerinden tarihsel derinliğimizin bilimsel sürekliliğini izlememizi sağlayan belgelerdir. Öyleki heykelciliği anlatmak üzere arkeologlarca çizilen temsili resim (res.4)  ile bizim Yörük gelin başı çuvanın benzerliği heyecan vericidir.
Buna karşın bu belgelerin konuyu bizim için ilginç ve heyecanlı kılmasından çok yaşam kültürümüz içinde bugüne dek taşıya geldiğimiz güçlü kültür köküne sahip olmanın haklı gururu olmalıdır asıl hislerimiz.  Bu tarihi bilimsel veriler ışığından Yörük başı süslemelerinden çuvayı yorumladığımızda görülen en az on bin yıllık köklü ve güçlü bir doğa kültür felsefesinden geldiğimizdir. Bu felsefenin üzerindeki Ok'untuların bize okuttuklarıyla Yörüklük salt ve amaçsız bir hareket değil, bilinçli bir "kültür aşılama" yaşam felsefesi olduğu üzerinden yeniden değerlendirilmelidir. 
___________________________________________________________________________________
 Türk Yurdu Dergisi - Temmuz 2018 -Nahide Namal-s:83-84







23 Şubat 2020 Pazar

Osmanlı Ordusu'nun son zaferi 15 Eylül 1918 Bakü'nün kurtuluşu



Osmanlı Ordusu'nun son zaferi 15 Eylül 1918 Bakü'nün kurtuluşu 
Kafkas İslam Ordusu'nun Bakü şehrine girişinden sonra bir süre Ermeni ordusuyla sokak çatışmaları sürmüştür. Ancak bir şey yapamayacaklarını anlayan Ermeniler, daha sonra teslim olmak zorunda kalmışlardır.  15 Eylül saat 10.30'da Bakü'den 5. Kafkas Tümeni Kurmay Başkanı Yarbay Rüştü ateşkes için yetkili kılınmıştı.  Tümen karargâhına gelen iki kişilik bir heyetle şehrin teslim şartları kararlaştırılmış; Bakü'nün teslim şartları kısaca şu şekilde tespit edilmiştir:
1- Bakü kayıtsız şartsız derhâl teslim edilecek.
2- Şehri savunan  düşman askerleri teslim olacaklar.
3- Şehirde her türlü silah ve cephane ile devlet malı eşya ve binalar teslim edilecek
4- Nargin Adası'nda bulunan Türk, Alman ve Avusturyalı savaş esirleri teslim ecilecek 
5- Silah ve erzak depoları, zırhlı otomobil ve binek otomobillerle kamyonlar ve uçakla birlikte bütün malzemeler eksiksiz olarak teslim edilecek. 
Gelen bu heyete halkın can ve mal emniyetinin sağlanacağı ve kimseye zarar verilmeyeceğine dair “Kafkas İslâm Ordusu Komutanlığı'nca yazılan beyannameler verildi” ve şehre gönderildiler . Böylece sokak çatışmalarına girilmeden ve fazla zaiyat verilmeden  Bakü teslim alınmış oldu. Hacıkabul'de bulunan Güney Grubu Komutanı Albay Cemil Şahit  (Toydemir) Bey Bakü Mevkii Komutanlığına getirilmiş, şehirde asayiş ve emniyeti sağlamak için de 56. Alay görevlendirilmiştir. Albay Cemil Şahit yayınladığı emirle bütün ahalinin silahlarını teslim etmesini, herkesin can ve malının Türk Ordusu'nun koruması altında olduğunu bildirmiştir. Otuz Altı saat süren ikinci Bakü Taarruzu ‘nu gerçekleştiren 5. Kafkas Tümeni ile 15. Piyade Tümeni’nin 15 Eylül'e kadar verdiği zayiat ise 30'u subay olmak üzere    1130'u bulmuştu.  İkinci Bakü Taarruzu'nda Azerbaycan milislerinden meydana gelen Muştevi Müfrezesi 11 şehit ile 44 yararlı vermiştir. Kafkas İslam Ordusu'nun Gence'den Bakü'ye yönelik harekâtında toplam 1141 Mehmetçik şehit düşmüştü. Şark Orduları Grubu Komutanı Halil Paşa ve harekâtı yöneten Nuri Paşa 16 Eylül’de Bakü'nün hemen dışında cephedeki birliklerin resmi geçidini izledikten sonra şehre girdi. Doğu Türklüğü için gerek ilim ve irfan gerekse zengin kaynaklarıyla bir sanayi ve ticaret merkezi olan Bakü için 1918 yılı Ağustos Ayından Eylül ayı 15'ine kadar çok kan akıtılıp şehitler verilmişti.  Bakü’nün tekrar Türklerin eline geçmesiyle yüzyıldır bağımsızlığından yoksun olan Azerbaycan esaretten kurtulmuş oldu. 28 Mayıs 1918'de kurulan Demokratik Azerbaycan Cumhuriyeti 15 Eylül'de başkentine kavuştu.  1918 yılı Haziran ayından başlayan üç buçuk aylık zorlu mücadeleden sonra Türk askeri artık Bakü’de idi ve şehir gerçek sahipleriyle yeniden buluşmuştu. Osmanlı Devletinin içten  pazarlıklı müttefiki Almanların bütün baskılarına rağmen Bakü harekâtı durdurulamamış, Alman askeri karıştırılmadan Anadolu Mehmetçiği ile Azerbaycan Mehmetçiği omuz omuza vererek bu toprakları kurtarmış ve üzerinde yaşayan Türkleri yeniden hürriyetine kavuşturmuştur.  Enver Paşa, Halil Paşaya gönderdiği resmî telgrafta onun müttefik Almanlardan habersiz Bakü’ye girişini eleştirirken derhâl Kars'a dönmesini istiyordu. Ancak, aynı gün kişiye özel gönderdiği telgrafta ise Bakü’nün kurtulmasından duyduğu büyük zafer neşesini ve memnuniyeti dile getirirken şunları ifade etmiştir:
“Büyük Turan İmparatorluğu’nun Hazar kenarındaki zengin bir konak yeri olan Bakü şehrinin zaptı haberini en büyük meserretle karşılarım. Türk ve İslam Tarihî, sizin bu hizmetinizi unutmayacaktır.  Gazilerimizin gözlerinden öperim, şehitlerimize fatihalar itaf ederim.” Bakü'nün kurtuluşu kutlu bir gün olan Kurban Bayramı'na tesadüf etmişti. Azerbaycan Türkleri iki bayramı bir arada yaşıyordu. Azerbaycan Cumhuriyeti Başbakanı Feth Ali Han Hoyski,  19 Eylül tarihli mesajına “Kafkas İslam Ordusu Komutanı Saadetli Nuri Paşa Hazretlerine” diye başlayarak devamla “Komutanız altında bulunan cesur Türk askeriniz tarafından Azerbaycan'ın başkenti olan Bakü'nün düşmandan temizlemesi münasebetiyle milletim, yüksek şahsınıza ve dünyanın en cesur ve sayılı askeri olan Türk'ün oğullarına minnettar olduğumu arz etmekle iftihar ederim” demekteydi.  Bakü'nün işgal altında bulunduğu dönemde Gence'de çalışmalarını sürdüren Azerbaycan Hükûmeti Bakü'nün  zapt edilmesiyle birlikte Başbakan Feth Ali Han Hoyski tarafından buraya nakledildi ve 20 Eylül 1918'de bir hükûmet bildirisi yayımlandı. Bakü'nün kurtarılışı,  Kuzey Kafkasya'da da sevinçle karşılanmıştır.  Kuzey Kafkas Cumhuriyeti Hükûmet Başkanı Abdülmecid Çernoyef de Nuri Paşayı kutlamıştır.  1918 yılında sınırları Anadolu Azerbaycanlı Türk askerleri tarafından çizilen ve bugünkünden daha geniş sınırları olan Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti’nin bir özelliği de topraklarında yaşayan bütün halkların eşit kabul edildiği,  Türk ve İslam dünyasında kurulan gerçek anlamda ilk demokratik cumhuriyet olmasıdır.  Azerbaycan ve Dağıstan harekâtını gerçekleştiren Türk ( Osmanlı ve Azerbaycan)  subay ve erlerinin göstermiş oldukları fedakârlık ve kahramanlığı ise şükranla anmak yerinde olacaktır. Yaşanılan bütün bu zorlu mücadelenin sonunda kuruluşunu tamamlayan Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti,  maalesef uzun süre yaşayamamış , 23 aylık bir bağımsızlık döneminden sonra 27 Nisan 1920'de Sovyet Rusya’nın işgaline maruz kalmıştır. 
Kafkas İslam Ordusu'nun Gence'den Bakü'ye uzanan zorlu yolculuğu Anadolu ve Azerbaycan Türklüğünün millî hafızasında “kardeşe kömeği” olarak hep yâd edilecektir. Bakü’nün kurtarılışı sırasında yaşanan kahramanlıklar ve dökülen kanlar boşa gitmemiş; Mehmed Emin Resülzade önderliğinde “bir kere yükselen bayrak,  bir daha gönüllerden, zihinlerden asla inmemiş”,  Azerbaycan Türklerinin hafızasında yerleşen millî devlet bilinci nesilden nesile tarihi miras olarak taşınarak hep canlı tutularak bu günlere ulaştırılmıştır.  Böylede bir millet iki devlet birlikteliği sağlam temeller üzerine inşaa edilmiştir.  















22 Şubat 2020 Cumartesi

Atsız ve Nejdet Sançar

21 Şubat 1975 Cuma günü saat 14 sularında bir kalp krizi geçiren Sancar,  hastaneye kaldırılmışsa da kurtarılamadı,  22 Şubat sabahı arka arkaya gelen krizler sonucu saat 05.55'te vefat etmiştir (Ötüken 135, Mart 1975:6-7).
Ötüken dergisinin Mart 1975 sayısında Atsız'ın  kısa bir yazısı vardır: "Nejdet Sançar "1910 - 1975". Yazı şu paragraflar başlar: Nejdet Sançar öldü demek, Türkçülük cephesi en iyi savaşan tümenini kaybetti demektir. Bu boşluğu ve ön saftakilerin yıp-
ranmışlığından doğan açığı
ikinci, üçüncü sırada hedefe
doğru yürüyenler dolduracak,
yürüyüşe bir an bile ara ver-
meyecektir." (s.3)
1 Temmuz 1975'te kardeşi
için yazdığı şiir ise "Nejdet
Sançar'a Ağıt" başlığını taşır
ve Ötüken'in Temmuz 1975 sayısında yayınlanır. Bütün ömrünce onun tuttuğu yol
Buzlu bir dağ, kavuran bir
çöldü.
Nice haksızlığa, kin darbesine,

Feleğin kahrına yalnız güldü
Tüketip Türklük için varlığını
En metin ruh ile sessiz öldü.
(şiirin vezni feilâtün feilün'dür.)
_________________________________
Atsız - Türkçülüğün Mistik Önderi - Ahmet Bican Ercilasun

Abdülhamid Döneminde Türkçülük



21 Şubat 2020 Cuma

İsveçli binbaşı Pravıtz'in 1915 olaylarına ilişkin izlenimleri





Kadın Kamlar


Atatürk Kürtlere Özerklik Sözü Verdi Mi?

ATATÜRK, KÜRTLERE ÖZERKLİK SÖZÜ VERMİŞ MİYDİ?
Kürtler arasında Birinci  Dünya Savaşı'nın bitiminden beri zümre zümre, ( grup grup)  tepeden aşağıya ayrılık düşünen ve özleyenler oldu. 1925'te Kürtlerden Cumhuriyet’e gelen esas tepki şeriatın gitmesine karşı durmak denebilir. Ama tam olarak da öyle değildir, zira mesela Şeyh Sait İsyanı’nda Kürtçülük yapan grup ve görüşler ve bunlardan destekçisi ve akıl verenler de vardır. Ama mesela Dersim olaylarında hakim olan Kürtçülük değil yerel isyandır. Orada bir grubun itaatsizliği söz konusudur, vergi meselesinden çıkıp büyüyen direnişe karşı genç Cumhuriyetin tahammülü yoktu.
Öte yandan bazı Kürtler kendilerine başta bir özerklik sözü verildiği, ama bu sözün tutulmadığı iddiasındalar. Özerklik sözüne bakmak gerekir. 1918'de federatif yapı için söz konusu olan özerklik Avusturya - Macaristan ve Osmanlı monarşisini çöküşü ile bitmişti. Rusya'da çökmüştür ve orada da bitmişti, fakat Rusya Çarlığı’nın çöküşünden sonra eski ve yeni anlamıyla komünizmle ve zorla totaliter bir rejim ile güya bir federalizm kuruldu. O federalizm değildi, zira, Sovyet federalizmi için bir anlamda polis rejimi, Stalinist anlayış, ona göre bir parti aparatı kurulması ve nihayet uysal bir halk lazımdır. 1919-1923 arası hiçbir realist politikacı federalizm gibi yapılanmalarla uğraşmaz. (Oysa Arşidük Rudolf  bir yana, savaş başında öldürülen Veliaht Fransız Ferdinand daha geniş bir federasyon taraftarıydı. O kadar ki birtakım arşidüklerin imparatorluk dâhilindeki  lisanları öğrendikleri biliniyor.  Mesela son veliaht bizim Osmanlı hanedanıyla da  yakından dost olan Otto von Habsburg Almancayı, Macarcayı, Sırp – Hırvatça ve İtalyancayı eşit derecede iyi biliyordu, çünkü öyle yetiştirilmişti.) İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Tito da uğraştı. Yugoslav federalizmi de ümitlere rağmen devam etmedi ve sonuç feci oldu. Zaten Mustafa Kemal Paşa gibi kurmaylar ve onun etrafındakiler de bu işte ciddi bir söz vermezler. Muğlak ifadeleri ciddi vaad olarak kabul etmek mümkün değildir. Birincisi bunların kitabında ve doktrinde böyle bir federalizmin yeri yoktur. Kendine göre tarihî, hukuki gerçek aramak ne kadar doğru ve geçerli olur?

Balballar

Eski Türkler’de, ölen bir kişinin anılması için mezarının başına ya da “kurgan”ın etrafına dikilen, mermer ve granitten insan suretinde yontulmuş (baş - kaş – göz – kulak – ağız - burun / bıyık / sakal - çene – el - sağ elde kutsal kadeh -  sol elde kama bulunan heykellerdir.) Bunlara “perde taşları”, “taş babalar/ nineler” adı da verilir. Bir anlatıya göre de alplerin  öldürdükleri her düşman çerisi için bu taşlardan dikilirmiş. Bugün Orta Asya'nın pek çok yöresine yüzlerce “Balbal” bulunmaktadır. Bunlardan büyük bir kısmı, eski Karahanlı Kağanlının baş şehri olan bugünkü Kırgızistan'ın Balasagun bölgesindeki açık hava müzesinde yer almaktadır. Bu açık hava müzesinde yer alan “Burana” adılı tarihı bir ateş kulesi ve kerpiçten yapılmış “han sarayı”  kalıntıları da vardır.

İSTANBUL HÜKÜMETİ’NİN TAHRİKİYLE, DELİBAŞ KONYA’DA İSYAN EDİYOR

1920 yılının Eylül ayı sonlarında, Delibaş adında bir serseri, İstanbul hükümetinin tahriklerine uyarak, etrafına topladığı beş yüz kadar asker  kaçağı ve çapulcu ile isyan hareketine geçmiş ve 3 Kasım 1920 tarihinde  de yaptığı bir baskınla Konya’yı işgali altına almıştı. Bir kısım asiler de Akşehir, Karaman, Beyşehir ve Ilgın’da toplanmış, kendilerine öğür vermek için gelen heyete de ateş açmışlardı. Kütahya ve Afyon’dan Derviş Paşa, Ankara’dan Albay Refet Bey kuvvetleri yetişerek isyan bastırılmış, 6 Ekim’de de Konya Milli kuvvetlerin eline geçmiştir. Bu suretle tepelenen asiler, Kadınhan, Akşehir, Yalovaç, Bozkır ve Manavgat yönlerine kaçmaya ve dağılmaya koyuldular. Bir taraftan Osman Bey’in komutasındaki kuvvetler bunları takip ederken, diğer taraftan Albay Şefik Bey’le birlikte Demirci Efe kuvvetleri de bu asileri yok ettiler.  Bundan evvel de Konya’da mevzii bir isyan olmuş ise de 5 Mayıs 1920 tarihinde bastırılmıştı. Kurtuluş Savaşı’nda, padişah ve onun hükümetini temsil eden kişilerin tahrikleriyle memleketin birçok yerinde baş gösteren isyanlar, Büyük Millet Meclisi’ni bir hayli uğraştırmış ve ancak bu isyanlar batırıldıktan sonra muntazam ordu teşkil edilip dış düşmana dönmek suretiyle son zaferin kazanılması mümkün olabilmiştir.

Gök Türkler






BÜRKÜT

Kartal tanrı. Güneşin sembolüdür. Yeniden doğuşu, ebedi yaşamı, ölümsüzlüğü, güneşin doğuşunu simgeler. Ateşi, sıcaklığı ve hasat mevsimini çağrıştıran bu kuş o kadar büyüktür ki, ay onun sol kanadını, güneşte sol kanadını ancak kapatır. Bürküt (Merküt) kuşu şamana kendinden geçerek yaptığı yolculukta eşlik eder. Yağmur yağdırabilirme gücüne sahiptir. Bolluğu ve bereketi temsil eder. Kazakistan bayrağında sırtında güneş taşıyan bir Kartal vardır. Bu kuş türü aynı zamanda görünmez âlem ile olan bağlantıyı temsil eden bir ruh olarak da görülür. Şamanlar onun yardımına başvurur. Kartallar bazen yiğitleri bütün olarak yutar ve onlar da onun karnından tekrar sağa olarak çıkmanın bir yolunu bulurlar. İlk zamanları yeryüzüne Merküt getirmiştir. Şaman olacak bir çocuğun ruhu bir kartal tarafından yutulur. Bu Kartal çayırların ortasında bulunan kızılçamla Kara kayın ağaçlarından birinin tepesine yumurtasını bırakır. Bir süre sonra yumurta çatlar ve İçinden bir çocuk çıkar, ağacın hemen altında bulunan bir beşiğe düşer.
İyi şamanlar kızılçamdaki kızıl yumurtadan, kötü olanlarsa kara kayındaki kara yumurtadan çıkarlar. Bu Kartal tüm ömrü boyunca o şamanı korur ve yardımcı olur. Sibirya inançlarına göre Tanrı insanlara  yardım etmesi için kartalı yeryüzüne göndermiştir. İnsanlar onun dilini anlamayınca da kartal bir ağacın altında uyuyan kadını gebe bırakır ve doğan çocuk şaman olur. Buryat kağanın karısının bir kartalla girdiği ilişki sonucu  şaman olduğu anlaşılır. Buryatların ilk şamanı da Bürked adını taşır. Bu şaman istediği zaman rahatlıkla öbür dünyaya atlayabilir. Merkit Kabilesi kara bir Kartal'dan türemiştir.
_________________________________
Bahattin Uslu - Türk Mitolojisi